Gençlik yıllarım ve Milliyet

Gençlik yıllarım ve Milliyet

Ökkeş Ağaoğlu

ÇEMBERLİTAŞ bizim adresimizdi... Çocukluğumuz orada geçti... Orada büyüdük... Orada adam olduk... Orada hayatı öğrendik... Öğrene öğrene hayatın ne kadar değerli olduğunu anlamaya orada başladık... Tabii ilkokul çağına gelince sinemaları, top oynamaları, mahallemizde oyun oynamayı öğrendik... O esnada muhteşem komşularımız... Muhteşem mahalle arkadaşlarımız oldu...

Hepsi de ailemizdi... Sinemalara komşularımızla giderdik... Kadırga'daki Yazlık Sinema bizim mekanımızdı... Hele ki yukarıda loca tabiri balkondan izleme yerimiz vardı. Sinemaya erkenden gider, yerimizi kendimiz ayırırdık.. Hatta öyle saygın insanlar vardı ki, geç kaldığımızda da, o sıralarda bizler oturuyoruz diye, kimse o tahta sandalyelere oturmazdı... Eski İstanbullu'daki bu muhteşem saygıyı son nefesime kadar asla unutmam... Bugün ise yer ayırtmayı maharet sayan kişiler bizim yaşadığımız dönemi yaşasalardı, ne kadar geride kaldıklarını çok iyi anlayacaklardı. Derken, Nişanca'daki yazlık sinema... Sahildeki tren yoluna paralel olan İncirdibi Yazlık Sinema... Aksaray, Kocamustafa Paşa... Sultanahmet'ten Gülhane Parkı'na inerken Yerebatan Sarayı'na bitişik olan sinema... Ve Fatih'teki sinemalar... O zamanki İstanbullu olarak bizler her yere gidip istediğimiz yere girebiliyor ve eğlenbiliyorduk... Çünkü İstanbullu'nun kültürü bugünün İstanbullu'suna bin çeker... Sebebi ise, dostluk, iyi niyet, komşuluk ve arkadaşlık bizim yaşadığımız dönemde muhteşemdi. Çocukken Çemberlitaş Şafak Sineması'na gelen BENHUR filmi, İstanbullu'yu adeta sinemalara kilitlemişti... Kulaktan kulağa aktarılan "Falan sinemada şu oynuyormuş" gibi duyumlarla bütün sinemalarda mekik dokuyarak izleme rekorları kırardık. Hem de tüm mahalleli olarak.

BURHAN FELEK HOCAYA EN İYİ MESLEKLERİ SORDUM... ALDIĞIM CEVAP İSE ŞUNLAR OLDU: 1) ÇÖPÇÜLÜK... 2) DOKTORLUK... 3) ASKERLİK... İŞTE BU ÜÇ MESLEĞİ HER İNSAN YAPAMAZ... VE BUNLAR BİRER PEYGAMBER MESLEĞİDİR... Gazetede Dizgi Servisi'nde başlayan yıllarımız bize yavaş yavaş hayatı öğretiyordu... Her ne kadar gazete öncesi hayattaki düşünceleriniz ve fikirleriniz olsa da, gazeteye girdiğinizde bu fikirler ve düşünceler yerini değiştiriyordu... Başka düşüncelerle değerlendirmelere tabi oluyorsunuz... Nasıl mı?.. Bir gün Burhan Felek gazeteye geldiğinde (Genelde salı günleri gelirdi) tercümanı Arif abi bana, "Burhan Bey'den yazının devamını alır mısın?" diye ricada bulundu... Ben de "Tabii ki alırım Arif abi" dedim ve Burhan Felek'in odasına gittim. Odası Dış Haberler Servisi'nin yanındaydı. İçeri girdim ve "Yazının devamını alabilir miyim?" dedim. "Biraz otur, son yazımı yazıp vereceğim sana" dedi... Unutmadan söyleyeyim, Burhan Felek hoca, yazısını Eski Türkçe yazardı. Arif abi de Türkçeleştirerek görevini yapardı. Tabii diğer arkadaşlarım gibi ben de yazısını daktilo eder gazeteye basılmasını sağlardık. Tabii bizden sonra çeşitli servislere giden makalesi, gazeteye girer hale gelirdi. Derken, Burhan Felek hocaya dayanamayıp sordum: "Hocam, neden Eski Türkçe yazıyorsun?"... Kendisi gülerek, "Kolayıma geliyor. Şu yazdığım tek sayfa 3 sayfa Türkçe yazıya bedel" dedi... Gerçekten de öyleydi. Kendisiyle epey ve uzun uzun konuşmalarım da olmuştu. En akılda kalanı ise şuydu: "Hocam, kutsal meslek var mı?" dedim... "Tabii ki var... Hatta şimdi sana sayacağım meslekler bir nevi peygamber mesleğidir... Bak mesela, 1) Çöpçülük... Her insan çöpçü olamaz... 2) Doktorluk... Her insan doktor olamaz... ve 3) Askerlik... Her insan asker olamaz" dedi... Tabii bu arada kendisi de bana sorular soruyordu... Ama en güzel muhabbeti o yıllarda Abdi İpekçi ve Burhan Felek'in beraber olduğu günde yaşamıştım. O gün mükemmel sahnelere tanık olmuştum. Çünkü yaşadıklarım bir değil, birçok mesele vardı... Ama bu iki güzel insan, gazeteciliğin A'sını iyi bilen, şımarıkları bir saniye bile gazetede tutmayan kişilerdi... (Uzun mesele)...

HAYATIN EN GÜZELİNİ, EN OLUMSUZUNU VE EN İYİSİNİ MİLLİYET'TE YAŞADIK... GAZETEYİ GÜZEL YAPAN İÇİNDEKİ GÜZEL İNSANLARDI... ÇİRKİNLER İSE, GÜZEL İNSANLARLA OYNAYAN ŞIMARIKLARDI... TABİİ GAZETENİN DİBİNE DİNAMİT KOYAN DA AYDIN DOĞAN OLDU.. Milliyet Gazetesi gerçekten de sosyal demokrat olarak iyi isim yapmış bir gazeteydi. Bunun en çarpıcı olanı da, yazarlarının son derece kültürlü ve halkçı olmalarıydı... Tabii Milliyet Gazetesi, daha sonra aralarında yaramaz ve iki yakasını bir araya getiremeyenlerle doldu taştı... Bu taşmalar Ali Naci Karacan döneminde değil, Aydın Doğan'ın gazeteyi almasından dolayı olmuştu.. Çünkü kafa pazarcı kafasıydı. Gazeteyi sosyal demokratlıktan çıkarıp ilan alma saçmalığını muhafazakar kanada dayandırarak gazetenin içişlerini darmadağın eden bir zihniyet oluşturuldu... Gazeteye genel yayın yönetmeni dayanmıyordu... Her yıl genel yayın yönetmeni değişiyordu... Çünkü gazete birinci sayfadaki manşeti kadar arka kapağın spora ayrılmasındaki büyük rolünü kırmaya başlamışlardı. Yani gazetecilikten anlamayan genel yayın yönetmenleri, arka kapağı spordan çıkarak iç sayfalara aktarmasıyla gazete sinsi çöküş devrine girmişti... Daha sonra kupon verme hatasına düşerek gazeteyi hepten sokağa düşürmüş oldular. Hatta bir keresinde gazetenin kuruluş yıldönümü sırasında Halit Kıvanç, "Milliyet okuyan asla makas kullanmaz. Çünkü gazete kupon gazetesi değildir" konuşmasını yapmıştı. Tabii bizler de alkışlamıştık... Sonra her şey tersine dönüverdi... Gazetedeki siyasi duruş yerini kupon belasına ayırmıştı. "100 kupona kitap veriyoruz" diyerek haberciliği ikinci plana ittiler. Bir keresinde hiç unutmam (Umur Talu dönemiydi galiba) kupon karşılığında kartondan hediyeler veriliyordu ve gazete 1 milyon satmıştı. İşte bu satışı büyük bir maharet sayanlar, aslında gazetenin ciddiyetten uzaklaştırarak paçavra haline getirmişlerdi. Üstelik bir de bunu kutluyorlardı. İşte bu çirkinlikler ve şımarıklıklar gazeteciliği öldürüyordu... Oysa güzel insanlar bu kupon belasından önce çalışanlardı. Daha sonra yeni binaya taşınan gazete, gazete olmaktan çıkmıştı. Çünkü çok mesayi yapan çalışanlar umursanmıyordu. Yeni tipler yeni gazeteyi tutarsızlaştırıyordu. Zaten en büyük kabahat de bir değil, birkaç genel müdürün gazeteye üşüşmesiyle olmuştu. Ayrıca rahmetli genel müdürümüz Erhan Gürcan Paşa ile konuştuğumuz konular vardı. Bu konular gazeteyi başka şekillere sokmasına tanık oluyorduk.

YAZIİŞLERİNDE YAPTIĞIMIZ TOPLANTILARDA ÇAKTIRMADAN YAPILAN CİNLİKLER DE DÖNÜYORDU... HELE Kİ YENİ GÖREVE GELEN GENEL YAYIN YÖNETMENİNİ KONTROL EDEN DİĞER ESKİ GENEL YAYIN YÖNETMENLERİ MASADA YER ALIYORDU. BU TAM BİR REZALETTİ... Yazıişleri'nde toplantı zamanlarında gece ekibi olarak gazeteye son şekli vermenin heyecanını yaşardık... Atacağımız manşetler... Yazacağımız spotlar... Kullanacağımız resimler tek tek sayfalara dizayn edilir... Baskıya gönderilir ve gazetenin dönmesini heyecanla beklerdik... İşte bunun gibi yaptığımız çalışmalarda yeni göreve başlayan genel yayın yönetmenini ziyaret ediyormuş gibi davranarak (aslında kontrol etme gayreti gösteren) tipler de olmuştu... Sanki kendileri çok iyi genel yayın yönetmenliği yapmışlar da... Gazetenin sayfalarını muayene ediyorlarmış gibi bir havaya girmişlerdi. Tabii bir şey elde edemediler ve arkalarına bakmadan gitmişlerdi. oysa eski Milliyet'te bu tür olaylar asla olmazdı... Herkesin görevine saygı duyulurdu. Kimse kimseye emretmezdi. Gece yapılan sayfaları (Ben yaptım) diyerek Yazıişleri Koordinatörü'ne giden tipler de vardı... Daha doğrusu Yazıişleri'nde fikirler değil, sanki kibirler savaşı vardı... Neyse ki gece ekibi olarak bizlerin farklı çalışması... Gazetecilik politikası adına, tam olarak devam ediyordu... Bazı tipler ise, Yazıişleri'ne girmek için olmaz türlü roller üstleniyorlardı. Fakat başarısız kalıyorlardı. Çünkü yanaşmaları düşünce rollerinin yetersizliğini gösteriyordu... Ve sonuç olarak gazete bu tür zihniyetlerle dolduğu için... Aydın Doğan'ın da gazeteyi muhafazakar kanada kaydırdığı için ün - şan - makam - şöhret elinden uçup gitti... Buraya kadar gelen konuların sadece binde biri olan bu yaşananlar gazeteciliğin Babıali'de kaldığını... İkitelli'ye ise yıkım projesiyle geldiğini gösteriyordu... Tabii Cem Uzan'lar ve o günkü yapılan politikalar Milliyet'in gücünü yanlış politikalarla yönetildiğini gözler önüne sermişti... Ne yapalım, baştaki kişi bu kafayla gazeteyi yönetirse, sonuç olarak bugünleri yaşatır.