Ordinaryüs Profesör Süreyya Tahsin Aygün’ü Tanıyın...

Ordinaryüs Profesör Süreyya Tahsin Aygün’ü Tanıyın...

 

Ord Prof Tahsin

1979'un Mayıs'ında Le Monde'dan Ankaradaki medya kuruluşunun ofisine bir teleks mesajı geliyor. 
Le Monde İstihbarat Şefinin mesajında hastaya, insan embriyosundan (cenin) alınan canlı hücreyi hastaya naklederek yapılan bir tedaviden söz ediyor, sistemi bulan ve uygulayan kişinin bir Türk olduğunu, ve Ankara'da yaşadığını yazıyor ve bilgi istiyor...


Bahse konu kişi; Ordinaryüs Profesör Süreyya Tahsin Aygün. Emekli tuğgeneral. 
Süreyya Tahsin Aygün Haydarpaşa Askeri Veteriner Okulu'nda okurken, 1. Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine bir süre ara vermiş, 1920'de veteriner hekim olarak orduya katılmış, 1924'te kazandığı bir sınavla Almanya'ya giderek bakteriyoloji, viroloji ve bulaşıcı hastalıklar üzerinde ihtisasını tamamlayıp, 1926'da Berlin Yüksek Veteriner Okulu'da doktora yapmış ve ülkesine dönmüş. 
1944'te ordinaryüs profesör olmuş, 1950'de ordudan emekli olunca, tüm çalışmalarını üniversiteye hasretmiş, 1964'te üniversiteden de emekli olunca, yurt içinde ve yurt dışında çalışmalarını sürdürmüş. 
Çeşitli dillerde basılan ve çalıştığı konuları kapsayan 18 kitap yazmış...
Hikayeyi aktaran muhabirden dinleyelim;
“Kavaklıdere'deki evine gittim. Duvardaki silah arkadaşı Atatürk portresini, dünyanın dört bir tarafından verilen şeref belgeleriyle donanmış o çok sade ve mütevazı salonu hiç unutmadım. 
84 yaşındaydı ve konu üzerinde kırk yıldır çalışıyordu. 
İlk zamanlar hayvan hücresi kullanmış ama sonuç pek başarılı olmayınca, insan hücresini denemeye karar vermiş. 
Çalışmalarını, zorunlu kürtajlardan veya çeşitli kazalarda hayatını kaybeden hamile kadınlardan elde edilen ceninler üzerinde yoğunlaştırmaya başlamış. 
Böylece, hayvanların kobay olarak kullanılmasına, acı çektirilmesine de prensip olarak karşı çıkmış.
Prof. Aygün ve asistanları ilk zamanlar her hücreyi kendi organına enjekte etmişler. Sonra doğanın emsalsiz düzenini fark edip, hücrenin, damara, adaleye, nereye aşılanırsa aşılansın benzerlerinin yaşadığı adresi gidip bulduğunu ve ortama uyum sağladığını görmüşler. 
Organ bozukluklarından doğan tüm hastalıklar, geri zekalılık (mongolizm), kanser, siroz, ülser ve benzerleri sistemin kapsamında.
Almanya'da adına enstitü kuruluyor, deneyler olumlu sonuçlar veriyordu ama Türkiye sınırları içinde insan hücreleriyle çalışmasına, çalışmaları ve sonuçları için ruhsat almasına izin verilmiyordu. 
Ve o günlerde 84 yaşında olan bir bilimadamına, "Deneylerini 10 yıl hayvanlar üzerinde sürdür, sonra insanlarla çalış" deniyordu.
Prof. Aygün prensip olarak karşı olmasının yanı sıra, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin insanlarda ters sonuçlar verebildiğini biliyordu. 
Dünya piyasasına, hamilelik sancı ve sıkıntılarını önleyen "harika ilaç" diyerek sunulan ve Türkiye dışında, Afrika dahil tüm dünyada kolsuz, ayaksız, sakat çocuklar kuşağı yaratan ve yasa boğan Thalidomid ilacı üzerinde yapılan deneylerin yetersiz olduğunu söyleyen, Sağlık Bakanlığındaki dostları sayesinde, ilacın ülkeye girişini engelleyen oydu!.. 
Türkiye Süreyya Paşa sayesinde Thalidomide faciasına uğramayan tek uygar ülke olmuştu..
Tarih boyu Asya ve Afrika ülkelerinin yakasını bırakmayan, öğrencilik yıllarında, tıp tarihi derslerinde, "Türkler bu hastalığı akınlarla yaydılar" diye anlatılarak onu çok utandıran sığır vebası hastalığına karşı bulduğu aşı, ilk canlı hücre aşısıydı. Dünyadaki ilk canlı hücre aşısı... 
Amerika, olağanüstü çalışma şartlarıyla, davet etti. İlk kez yedi virüsü hücrede üreterek aşı haline getirdi. Bu Türk aşısı diye bilinir.
Bütün bu gelişmeler, İsviçre, Almanya, hatta Suudi Arabistan'ın ülkelerinde bir hastane kurması için Prof. Aygün'ün peşine düşmesine neden olmuştu. Birlikte çalışmak için Almanya'dan gelen asistanı, o günlerde laboratuvarı bile bulunmayan Van Üniversitesi'ne tayin edilirken, bu ülkeler laboratuvarını kurması, doktorlarına kurs vermesi için her türlü olanağı sağlamaya hazırdılar. 
Ama Süreyya Paşa tezini kendi ülke yetkililerine kabul ettirmeye çalışıyor, belki de tıbbın kaderini değiştirecek araştırmalarını kendi memleketinde yapmak, tıp tarihine ülkesinin adını yazdırmak, onu yetiştiren, okutan, yemeyip yediren ülkesine borcunu ödemek istiyordu.
***
Le Monde'un sorularını yanıtlayıp gönderdik. Süreyya Paşa, Yankı'nın o sayısına kapak olacaktı. Ayrıca söyleşi yaptık. Araştırmanın tek boyutlu olmasını önleme gayesi ve konuya başka açıdan da bakılabilmesini sağlamak amacıyla, Türk tıbbına katkısı tartışılamayacak kadar büyük olan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi yetkilileriyle konuştuk. Genel kanı, böyle bir tedavinin uygulanamayacağı, hücre kültürüyle sadece kemik iliği nakli yapılabileceği şeklindeydi. Beyne hücre naklini kesinlikle reddettiler. 
Dergi basılıp piyasaya çıktığı gün, imzalatmak için Prof. Aygün'ün evine gittim. Kim ne derse desin, benim açımdan tarihi bir belge olacaktı. 
Kapıyı kendisi açtı. Hem mutlu, hem üzgündü. Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Bazıları hastalarını hiç olmazsa bir kez görmesini isterken, tıp otoritesi olarak geçinen bazıları da, böylesine "imkansız" bir umut ışığı yaktığı için onu insanlık dışı davranmakla suçlamaktaydılar.
En ilginci ise, adının açıklanmasını istemeyen ama yönteme yıllar boyu gülüp geçen değerli hocalardan birinin, eşinin çaresiz derdi karşısında onu konsültasyona çağırmasıydı. 
Dergiyi imzalamasını istedim. Büyük bir saygıyla elimi tuttu... "Aman Paşam" diye mahcubiyetimi belirtmeye çalışırken, "Bu yaşınıza değil, bilime gösterdiğiniz saygı ve verdiğiniz değer için... Keşke sizin gibi bir kızım olsaydı.." diyerek sözümü kesti.
Ortada bir gerçek vardı ve biz bunu açığa çıkarmak için payımıza düşeni yapmaya çalışmıştık. Ama yazının olumlu ve olumsuz yankılarının sonu gelmiyordu. Kimi büyük bir görev yaptığımızı söylüyor, kimi şarlatanlıkla suçluyordu.
Derken, Hacettepe Üniversitesi mikrobiyoloji laboratuvarını kuran ve yıllarını bu konuya veren rahmetli Prof. Altan Günalp benimle görüşmek istedi. Gittim. Önünde Yankı Dergisi açıktı ve satırların hemen tamamı kırmızı kalemle çizilmişti. Cevap vermek istediğini söyledi. Teybi çalıştırdım. Doğaldı!.. Konu tartışmaya açıktı, cevap verecekti, biz de yayınlayacaktık. 
Tam üç kez konuşmasını kesip, bandı başa aldırdı, sonra da açıklama yapmaktan vazgeçtiğini söyledi.
Unutma, unutturma... Turkiye de dogmalar ne yazik ki  sadece islamci kesimde var olmadi, kendi kotuklarini kaybetmemek icin her turlu yeni fikri daha kokeninde yok etmek bu toplumun bir hastaligidir, Osmanli dan cikmis tek bir bulus dahi yoktur dunya tarihinde, ilk 15 yil haric TC de ne yazik ki benzer durumdadir...

Coskun Beyazit dostumuzdan:

Böyle bir açıklamanın konuya ciddiyet kazandıracağı, bir an önce unutulması gereken "hatalı" bir yayının yeniden gündeme gelmesini sağlayacağı kanısındaydı. Hiçbir zaman dillerinden düşürmedikleri, "Tıpta imkansız yoktur, her zaman yüzde bir ihtimal vardır"ı düşünerek, kapının hiç olmazsa aralık kalmasına inandığımı söylemeye çalıştım. 
Kesinlikle reddetti. Elimde teybim, bunalmış bir durumda kapıdan çıkarken, "Soyadınız (Gogen) da uygun, yazı yazacağınıza resim yapın" diyerek beni uğurladı.
Bugün Süreyya Paşa artık yaşamıyor. Yeni adıyla "Kök Hücre" denilen yöntemi, büyük bir umut kapısı olarak hem iç, hem dış basının baş sayfalarında, dünyanın gündeminde...
Ama ne yazık!.. Biz sahip çıkamadığımız için bir başkasının buluşu olarak bilinecek ve insanlığa dokunacak büyük faydanın şerefi orada kalacak!.. Prof. Aygün, "İlle Türkiye" demişti...