Bugünkü siyasi kapışmalar geçmişte de vardı

Bugünkü siyasi kapışmalar geçmişte de vardı

GEÇMİŞTE Türk siyaset sahnesi o kadar kötü şartlar altında cereyan ediyordu ki... Halk bir türlü refah düzeyini bulamaz olmuştu... Düşünün bir parti lideri “Ben iktidardayım ve ülkeyi kalkındırmak için elimden gelen her şeyi yapacağım” derken, işi başka taraflara çekmeyle ülkenin başını epey ağrıtmışlardı. Bunu yapan siyasi parti, her zaman CHP düşmanlığını dile getiren... Oysa bütün partilerin CHP bünyesinden ayrılarak farklı partileri oluşturan ve o partilerin bugüne kadar gelen tarihi gözler önünde... Bunu inkar etmek bir yana... CHP kanadının ordu ve siyaseti ilk başlarda beraber yürütmenin sağlam demokrasi adımlarını oluşturmak bir yana... Ama bugün bu gibi işler faşistlik ve komünistlik ile bağdaştırılırken... Atatürkün Kemalist ve milli ordusu ülkenin olağanüstü güvenliğini sağlamış muhteşem bir askeri gücüyle Türkiye Cumhuriyeti oluşturulmuştu. Kim diyebilir ki, “Hem askeri dehalığın ülkeye kazandırdığı muhteşem bir demokrasi tablosu oluşturacaksın... Hem de askeri gücünle ülkeyi laiklik ve Cumhuriyet ile taçlandıracaksın...” Bugün bunu yapabilen hangi ülkenin lideri ve ordusu var?.. Asla bulamazsınız... Kim askeri gücü yanına çekmişse ya krallıkla ülkenin canına okumuştur... Ya da demokrasiyi rafa kaldırarak halkın anasını ağlatarak canına okumuştur.

1960’LI YILLARIN ZORLUKLARI ÇOK ACILAR ÇEKTİRDİ... BUGÜNDEN FARKI OLMAYAN BİR YOKLUK VE İŞSİZLİK FURYASI OLUŞMUŞTU. ÜLKENİN İDARESİ İSE HER TÜRLÜ POLİTİK MANEVRAYLA KAFALARDA SORU İŞARETLERİ BIRAKMIŞTI... O devrin Milli Şefi İsmet İnönü, 59’lu yıllarda ülkeyi gezmek için planlar oluşturmuştu... Ondan önce bazı siyasi hokkabazlıklara karşı İnönü aynen şu tarihi konuşmasını yapmıştı: “Ordunun politikaya karışmasını istemiyoruz... Ordu ile iktidara gelmek istemiyoruz. Bir baskı idaresini, millet kuvvetiyle yıkmak için mücadele ediyoruz...” Bunu söylediği tarih 7 Mayıs 1960 tarihiydi... İnönü istese, “Orduyla hareket edip, demokrasinin yıkılmaması için mevcut iktidara karşı savaş açtık” diyebilirdi. Ama bunu demedi. İşte asıl demokrasiye atılan ilk adım İnönü’nün bu söylediği sözleridir. Tabii bu tarihi olayları yansıtarak açıklarsak, neyin ne olduğunu anlamak mümkün olacak. Örneğin tıpkı bugün gibi 1950 yılında yapılan seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti ekonomik olarak ülkeye epey sıkıntılar çektirmişti. Tabii bunlardan önce İkinci Dünya Savaşı olayı Türkiye’yi kalbinden vurmuştu. Çünkü sınırlarımıza kadar dayanmış bir Alman ordusu vardı. Ve bu psikolojik savaşı savaşmadan da kaybedebilirdik. Tabii milli seferberlik ilan edilerek gençler askere alındı. Bütün limanlarımız kapatıldı. Limanlarımız en basit ticaret gemilerine dahi kapatılmıştı. Çünkü neden?.. Türkiye’nin de bu savaşa girmesi için uluslararası bir baskı yaratılmıştı da ondan. Vergi sistemleri kökten değişmişti. Bu idari yöntem ve yönetim CHP’nin başarı hanesini oldukça zedelemişti. İşte bu esnada o tarihi sözü hatırlatmak isteriz ki, ülkeyi gezen İnönü, ekmek kuyruğunda olan bir çocuğun kendisine, “Bizi aç bıraktın. Ekmeksiz bıraktın” derken... İnönü bu eleştiriye aynen şu tarihi cevabı verir: “Evet çocuk, sizi aç bıraktım, ekmeksiz bıraktım!.. Ama babasız bırakmadım...” Ve üstelik milyonlarca insanın öldüğü 2. Dünya Savaşı’nda bir tane Türk’ün burnu bile kanamaz. İşte bunlar hem dipolmatik, hem siyaset ve hem de askeri zekanın muazzam politikalardır. Sonraki Demokrat Parti döneminde de toplum ayrıştırılmış... Merkez Bankası’nda para olmadığı için İstanbul’daki devlete ait önemli arsalar ve malikanelerden binlercesi tek tek satılmıştı. Ve ilk kez CUMHURİYET TARİHİNDE IMF’den borç alındı. Peşi sıra İncirlik Üssü ve diğer siyasi ekonomik teslimiyetler... Ve böylelikle Türk siyasi tarihinde Amerikan sevdalılığı başlar... Tabii bir keresinde iç siyaset öylesine kızışmıştır ki, Menderes, İnönü’nün muhalefet tarzını beğenmez ve aynen şu açıklamayı yapar: “İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya...” Bu cümleye oldukça sinirlenen İnönü, Menderes’e şu cevabı verir: “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez...” Bu talihsiz atışmalar tabii ki milleti de gerer. Ama ekonomide dibe boylayan Türk halkı tarihin en büyük sıkıntısını çekmeye başlar. (Kaynak: Prof. Dr. Necmi Kurt)...

DEMOKRAT PARTİ İLE CHP ARASINDAKİ GERGİNLİK ÖYLESİNE SIRITIYORDU Kİ, BU KAPIŞMA TÜRK SİYASET SAHNESİNİ EPEY GERMİŞTİ. İSTENMEYEN BU TARİHİN GELİŞMELERİ VE TARİHİ SIRALAMALARI BİZLERE ÇOK ŞEY ANLATIYORDU... Üst üste gelen seçimlerde pek umduğunu bulamayan Demokrat Parti, “Beni engelleyen muhalefeti durdurmalıyım” düşüncesiyle “Kin ve Husumet Cephesi” kurar. Çünkü sürekli CHP’ye yüklenen Demokrat Parti, CHP ile bir türlü anlaşamıyordu. Hele ki bir keresinde Atatürk’ün evinin bombalanması olayı, Türk siyaset sahnesini epey germişti. Tabii bunlar istenmeyen olaylardı ama siyasette karalama devirleri son sürat devam ediyordu. Bunların hepsi istenmeyen olaylardı. Tarihçeye şöyle bir sıralama yaparsak eğer: 1) – 1950: 14 Mayıs seçimlerinde Demokrat Parti iktidara gelir... 2) – 1954: 2 Mayıs tarihinde yapılan seçimde de tekrar iktidara gelmeyi başaran Demokrat Parti, bunu bir zafer olarak ilan eder. 3) – 1955: Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığında Ankara, İstanbul ve İzmir’de halk sokağa dökülür... 4) – 1957: Demokrat Parti iktidarı tekrar kazanır. Ama bu sefer “9 Subay Olayı” patlak verir ve bu subaylar yargılanırlar... 5) – İnönü’nün yurt gezisi sırasında kendisini taşlama olayı patlak verir.. 6) – Bu sefer üniversiteli öğrenciler hükümet aleyhine gösterilere başlar. Ve ardından sıkıyönetim ilan edilir. 7) – Bir öğrenci grubu “555K” (Açılımı 5’inci ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da” koduyla gösteri düzenlerler. 8) – Bu sefer Harp Okulu öğrencileri sokağa çıkar ve Zafer Anıtı’na kadar sessiz yürüyüş düzenlerler... 9) – Ve 27 Mayıs... 38 kişilik Milli Birlik Komitesi, “Demokrat Parti’nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürüyor” gerekçesi gösterilerek yönetime el koyar. Tabii sonrası da Yassıada yargılamalarıyla devam eder ve hiç istenmeyen hukuk sistemi memeleketi tekrar karanlık yıllara sürükler... Bunların hepsi ve bu tarihin istenmeyen yaşam tarzı ülkemiz için bir utanç vesilesi oldu. Çünkü kiminin liderlik hırsı... Kiminin İnönü’nün taşlanmasına “olur” gözüyle bakması... Kiminin askeri müdahaleleri demokrasi adına yapılıyor tarzından olağan göstermesi, aslında Atatürk’ün öldükten sonra oturmamış bir siyaset mekanizması olduğunu göstermekte...

ATATÜRK’ÜN ÇAĞDAŞLAŞMA ADINA YAPTIĞI MUAZZAM DEVRİMLER VE İLERLEMELERİN HEPSİ UNUTULMUŞ... ÜLKE SEN – EN KAVGASINA DÖNÜŞMÜŞ... ÇOĞULUĞU PARLAMENTER SİSTEMDE GÜÇ DENGESİ KAVGAYA DÖNÜŞMÜŞ... VE MİLLET UNUTULMUŞTU... Çağdaşlaşma adını verdiğimiz Atatürk devrimleri, Atamızın ölümünden sonra adeta durdurulmuş... Kapısına asma kilit vurulmuştur... Nasıl ki uçak fabrikaları kapatılmış ve havacılık sanayiimiz yerlerde süründürülmüşse... Aynı şekilde çoğulcu parlamenter sistemimiz de liderlik hırslarıyla parti liderlerinin ayak oyunlarının esaretinde devam etmiştir... Bugün de aynısını yaşamıyor muyuz?.. Hem de nasıl... Siyaset sahnesinde eğer ki bir lider makamını halâ işgal ediyorsa, bu yapılan demokrasiye ve hukuk sistemine hiç yakışmayan bir gelişme olarak bilinmelidir... Düşünün, ne Demirel siyaset sahnesinden inmişti... Ne de Ecevit... Ne Özal inmişti... Ne de Erbakan ve Türkeş... Bu insanlar hem demokrasiyi savunmuşlardı ama bunun yanında koltuklarını bir başkasına devrederek partilerinin demokrasi kuralları içinde değişimlerle nasıl da ilerlediğini görmek istememişlerdi. Varsa da, yoksa da kendileri lider olacak... Karşı olanları ya büyükelçi olarak yurt dışına atayıp partiden (özellikle kendisinden) uzaklaştırma politikası yaratıyorlardı... Ya da hasmında bir bit yeniği bulup disiplin kurullarını devreye sokmaya hazırlanıyordu. Bunların hepsini yaşamadık mı?.. İşte bugünkü tutarsızlıkların aynısı Atatürk öldükten sonra da yaşandı. Kurulan uçak fabrikalarını kapatmalar... Marshall yardımını almak ve Amerikan uçaklarını “Hibe yoluyla bedavaya getirdik” diye düşünüp havacılık sanayimizi kapatmalar... Truman Doktrini – Marshall yardımına karşı gelememeler... (Hele ki o dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı’nın “AMERİKAN YARDIMINDAN BEDAVA UÇAK ALMAK DURURKEN, UÇAK FABRİKANIZA PARAYLA SİPARİŞ VERİRSEM, YARIN BU MİLLET BENİ ASAR”) diyerek bugünkü askeri ağır sanayinin gelişmesine akıl erdirmeyen ordumuzun komutanlarının saçma sapan konuşmalarıyla kapısına kilit vurulması... (Ki, bugünkü uçakları Amerika’dan sanki bedavaya alıyoruz)... Bunların hepsi suçtu... Düşünün dün komutanın bu yaptığı açıklamanın yanında bugün uçak fabrikalarının kapatılması hakkında kimisi İnönü kapattı derken bir başkası Menderes kapattı diyor. Ama asıl kapatanın her ikisinin olduğunu kimse düşünmüyor bile. Nasıl ki milli duruştan vaz geçilerek Amerikan yardımına imza atılmışsa... Aynı şekilde uçak fabrikalarının kapatılmasına imza atıp yardımı ülkeye getirmenin yanlışlığına da imza atılmış oluyordu... Burada kurallar milliyetçilik adına fabrikaların ne olursa olsun tekrar açılması ve işleme sokulması kararı alınmalıydı. Bu konuda tarih bile bize yalan yanlış bilgiler veriyor. Oysa burada iki türlü düşünülmeliydi... 1) – Eğer uçak fabrikaları Marshall yardımını almak için ve Amerika’nın Atatürk milliyetçiliğini yok edip ülkenin siyasi yapısını ele geçirmek için yaptığı politikayı görmezden gelip imzayı kim atmışsa, ondan sonraki başbakanın da, tekrar uçak fabrikalarını neden kurmadığını sormak lazımdı... 2) – Eğer İnönü fabrikaların kapatılmasına imzayı atmışsa (Ki o zamanki uçak fabrikaları atıl durumda kapısına kilit vurulmuş durumdayken) ve yardımı almak için başka çarelerinin olmadığını düşünmüşlerse, o zaman 50’den 60’a kadar tek başına iktidar olan DP'ye “Neden bu fabrikaları tekrar açmadı?...” sorusunu sormamız gerekiyor... Yani siyaset sahnesindeki her iki liderin de büyük sorumluluğu var... Tabii o zamanki hükümetin bakanlar kurulu kararlarını iyi inceleyip tarihi yanlışları kimin veya kimlerin yaptığını analiz edebilmek mümkün iken, tarihi geçmişi bu kadar yargılamak da bizi ne ileriye götürür... Ne de her türlü yanlıştan döndürür (Ki halâ yanlışlarımız devam etmekte...) Her şeye rağmen “Geçmiş olsun” diyerek yeniden tarih yazmanın siyasetini kurmalıyız. Yoksa esaretli yıllara doğru gidilecek ve bu kez kapımıza kiliti bize kendi ellerimizle vurduracaklar.